Analı kuzu, kınalı kuzu..

Bir türküden:

“Ana başta tac imiş

Her derde ilac imiş

Bir evlat pir olsa da

Anaya muhtac imiş”

Biliriz ki şefkat ve merhamet hissi kula önce anadandır; sevgi ve acımayı anaya veren yüce Yaradan’dır. Ana hakkı, Tanrı hakkıdır. Ahları sevinçle satın alandır o, üvey sancıların sabır taşına satılandır. Öksüz hayatın Kabe’si, ve dilsiz bebelerin en beliğ sesidir. Analık kanunları yetmiş iki millet–üstü bir kalp ağrısıdır, tatlı bir kalp ağrısından da ötelere uzanan meserret çağrısıdır. Şöhret istemez analar ama şehir–i cihan olur, sevgisini tatmamışsa bir ananın, evlatlar ziyan olur. Anneleri anarak açar en parlak renkler bir çiçekte ve ille de gökkuşağı giyinir bir anne her bebekte.

Allah’ın haklarından sonra ana hakkınadır sorumluluk; bedeni içinde beden bulduğumuz, sayesinde var olduğumuz için. Bir çocuk bir anaya koşarken saman çöpü kehribara koşar gibidir; hasretle ilk öpüşler çoğalınca damlada denizler coşar gibidir.

Analarımız; acıların işaret sıfatı, özverinin özel adıdır; obamızın direği ve ağızların tadıdır. Yeminlere dar gelip dualarda bol olan güzeldir ana; Rahim ve Rahman ile kalbimize dolan güzeldir ana. Kalbimize zincirli en muhteşem tutsaklıktır; koyun kuzuya ve gece sabaha seğirdir gibi aklıktır ana. İçimize düşen bir susuzluk, susuzlar su arar gibi, ruhları iman sarar gibi. Gurbetlerde kubbe kubbe çınlayan tekbir sesidir ana; bahçeleri ıtır ıtır dolduran saba nefesidir. Hasret gecelerinde huzuru demleyen çayların şekeri, uzak yolcuların karalığa mahkûm gözlerinin feridir.

Anacık!

Kahramanları silinen bir filmin tam ortasında çaresiz çocuklarız biz, garip bir masalı yaşıyoruz, hazin bir rüyayı soluyoruz… Korkunç devler dolaşıyor etrafımızda… Ata otu, ite eti yedirmemekte direniyor ifritler… Ehremenler hatemi almış, Süleymanlar aldatılmış… Şehzadeler yüz yıllık uykularına dalmışlar… Bol yalanlı korolarda ayrı telden ve ayrı nağmelerden çalmada plaklar ve eski hançerlerin murassa kınlarında paslanmaya durdu dudaklar. Bir sen varsın anacık, Kaf dağının ardındaki dünyalar güzeli, yalnızca sen gerçeksin… Bütün kalpler yalan… Bir tek seninki, ne yanıldı, ne yanılttı çocuklarını kınalı ana… Herkes saadetine, sense felaketlerine ortak oldun evlatların… Onlar ki dilleri senindir, söyler dururlar; sütleri senindir, kimlik bulurlar.

Anacığım!

Yıllar ve yıllarca önceydi, hani bahçeleri çizerdin çizik çizik de hayallerini ekerdin kiraz gölgelerine… Orkidelere uzattığında elini kurdeleler sıyrılıp saçlarından, orkide olurlardı.

Anacığım! Ne çabuk çürüdü sokaklar? Saçlarına ne çabuk düştü aklar? Fidanlarını ayazlar, hayallerini dolular ne çabuk vurdu? Çocukların dağıldı; sevinçlerin de… Dizlerinde sızılar, ve yüzlerinde çizilerle… Yağmur suları çocuklarından daha sık geçiyorlar eşiğinden; komşular bir bardak süt, bir avuç kül soruyorlar eski zamanlardan.

Anacığım! Kavruk güzelliğine rânâ düşen kınalı saçlarına ay vuruyor; cennet ayağından buseler çalıyor şimdi. Durlanmış kelimelerin sarıyor sevgileri ve beyaz cümlelerinin kırkıncı kapısından süt verdiğin alperenler geçiyor birer birer. Bulutları arşınlayarak ve samanyolundan yalınayak… Sırf bunun için bile tarih olmuş bir gerçek ve övünülecek en büyük zafersin sen!..

Kimin üzerinde ana duası yoksa, tez yıkılır yaslandığı duvarlar.

İskender PALA

ZAMAN GAZETESİ 16.05.2002

Genel, Haberler, Iskender Pala içinde yayınlandı | , , , , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

O…(Güllerin Efendisi..Aleyhi Ekmelü’t-Tehâyâ)

Şu anda nelerle meşgulsünüz, neleri dert ediniyor yahut nelere teşne duruyorsunuz, bilmiyorum.

 Belki sanat, belki siyaset, belki davalar, yargılamalar, ekonomik meseleler. Kavgalar, gürültüler, hastalar, hastalıklar… Bugünlük çıkın hepsinin dışına ve bir sevinci hissedin. Bu sevinç üzerimize bir kutlu bahardan yayılsın. Derin bir nefes alın, içinize ferahlık dolsun. Bir ay boyunca tekrarlayın bunu, günün belli bölümlerinde, ve O’nu hatırlayın. Bu ayda doğduğunu, dünyaya getirdiği müjdeyi ve güzelliği hatırlayın. Hatırlarken O’nu anın ve eşiğine günde hiç olmazsa belli miktar salat ve selam arz edin. Şiirler okuyun, O’nu anlatan; kitaplar karıştırın, O’ndan bahseden… Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hazırladığı zengin etkinliklere yol uğratın; Ayasofya’da açılan Hilye sergisine gidin mesela. İnsanlara O’nu andıracak hediyeler verin, O’na giden yollarda yürüyün. Bir ay olsun hayatınıza O’nunla anlam katın, O’na yönelip ilhamlar devşirin. O’nu bilin, tanıyın… Aşağıdaki satırları, O’nu tanımak adına, sizinle daha önce de paylaştım ve şimdi yeniden hatırlayalım diye Hakani’nin Hilyesi’nden derliyorum:

O benim efendim;

“Saçı fazla uzun olmazdı ve tam kıvırcık denilmeyecek derecede dalgalı idi. Saçını ortadan ayırır ve dört bölük halinde; ikisini omuzlarına, ikisini de kulaklarına doğru bırakırdı. Bu saçlar, misk gibi siyah renkli ve güzel kokulu idi.

Her iki mânâda alnı açıktı. Bu alın genişçe ve buğday renkli idi. Ortasında daima bir nur parlardı.

Yüzü değirmi idi. Ona dikkatle bakılamazdı. Çehresi ayın on dördü gibi parlardı. Dolgun veya şişman olmadığı gibi kuru ve zayıf bir yüz de değildi. Yanakları ne etli ne de çöküktü.. Öfkesi ve memnûniyeti, yüzünden anlaşılabilirdi.

Uzun, ince ve hilal kaşlı idi. Kaşlarının ucunda kıvrım vardı. İki kaşı arasında tüy yok idi ve bembeyaz görünürdü.

Kirpikleri siyah ve uzun idi.

Gözünde ezelden bir sürme mevcuttu. Beyazı katı beyaz; karası kapkara idi. Baktığı zaman karşısındaki kişi nazarına dayanamaz ve gözlerine dikkatle bakamazdı.

Burnu mütenasip idi. İki kaşına yakın olan kısmı bir parça yüksekçe idi. Koku almakta çok hassastı.

Ağzı ne çok büyük; ne de çok küçük idi.

Dişleri aralıklı olup üst üste değildi. İnci gibi bembeyazdı. Konuşurken ön dişleri arasından bir nur çıkar gibi görünürdü.

Gülüşü tebessümden ibaretti. Kahkaha ile gülmekten hayâ ederdi. Ömrü boyunca hiç kahkaha ile gülmedi.

Çenesi yuvarlak idi.

Sakalı sık ve siyah idi. Ömrü boyunca sakalında yalnızca 17 kılı ağarmıştı. Her yeri aynı uzunlukta kesilirdi.

Boynu ve gerdanı bembeyaz idi. Boynu ne uzun; ne kısaydı.

Pazuları etli ve beyaz idi.

Omuzları genişti. Yassı yağrınlı olup yağrının ortası etli idi. Nübüvvet mührü iki kürek kemiği arasında ve sağ omzuna yakın bir yerde bulunuyordu. Bu mühür, siyaha çalan sarı renkte olup çeyrek altın büyüklüğünde bir ben idi.

Beden olarak ince yapılıydı. Göğsü ve karnı birbirine uygun ve aynı düzgünlükte idi.

Orta boylu sayılırdı. Göze çarpacak kadar kısa; dikkat çekecek kadar da uzun değildi. Orta boylu olmasına rağmen kendisinden uzun birinin yanında el ayası kadar uzun görünürdü. O kişi yanından ayrılınca yine orta boylu gösterirdi. Teni gül gibi kokardı ve yaşı ilerledikçe âdetâ tazelenirdi.

Yürürken hızlı yürürdü. O kadar ki ayakları altında yeryüzü dürülüyormuş gibi olurdu. Hayasından yokuş iner gibi önüne eğik olarak yürür ve etrafına bakınmazdı. Bir yere yöneldiği zaman bedeniyle birlikte döner, asla başını çevirerek bakmazdı. Başını çevirip bakmak insanı hayasız eylediği için onun bu tavrı ümmetine sünnet olmuştur.

Yolda birdenbire karşısına çıkıveren kişi ondan heybet duyar ve aciz kalırdı.

Konuştuğu kişiye güzel kokusu siner ve birkaç gün çıkmazdı. Bir çocuğun başını okşasa birçok günler çocuğun kokusundan, ona dokunduğu bilinirdi.

Etkili konuşması ile müşrikler Müslümanlığı seçerdi. Sözlerinde ruha ferahlık veren bir edâ var idi. Asla dedikodu ve malayâni konuşmazdı.

Giyecek olarak en çok beyaz; sonra yeşil rengi tercih ederdi. Yazın ince atlas kumaş; kışın yün giyerdi. Elbisesi asla gösterişli olmazdı. Ömrü boyunca aynı anda iki elbiseye birden sahip olmadı.

Kısacası yaratılış ve huyca ne o tam olarak kimseye benzer; ne de kimse ona benzeyebilirdi.

İskender PALA
17 Nisan 2012, Salı & Zaman Gazetesi

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Sevgili Barış Manço anısına..Bir Gün Göçtün Gittin-İskender Pala..

Kurumuş bir çiçek buldum mektupların arasında
Bir tek onu saklıyorum onu da çok görme bana
Aşkların en güzelini yaşamıştık yıllarca
Bütün hüzünlü şarkılar hatırlatır seni bana
Unutma ki dünya fani veren Allah alır canı
Ben nasıl unuturum seni can bedenden çıkmayınca
BARIŞ MANÇO 

Ayine-i İskender

BİR GÜN GÖÇTÜN GİTTİN-
Bu yazı bir mersiye (ağıt) değil, bir güzelleme olsun istiyorum. Çünki güzelliklerin musikiye yansıyan yüzüydü o. Hüznü de coşkuyu da, sevinci de, kederi de, hicranı da, vuslatı da onun şiirlerinden ve ezgilerinden süzmeniz mümkündü. Bir yiğit adamdı ve “Yaz dostum, selam almayana yiğit denir mi?” diye soruyordu yüreklilikle. 65 milyonu kuşatan selamını bütün yüreğiyle vermişti; ve herkes o selamı canla başla aldı. Her ideolojiye aynı derecede uzak; her fikre aynı derecede yakındı. Hayatını san’at ve estetik üzerine kurmuştu. Bu bakımdan ben onu hep bir bilge sanatçı olarak düşündüm. “Belli ki gittiğin yerden kara haber var” mısraını, kaybolmuş bütün güzellerimiz, bütün güzelliklerimiz adına okumak mümkündü. Hele o, “Kurban olam..” diye geçit istediği sıra sıra dağlardan hangimiz sevgilimizin geleceğini düşlemedik; yahut hangimiz o dağların ardında kalan sevgilerimizi düşünmedik?

Saymaya kalksam kaç tanesini hatırlayabilirim, bilmiyorum. Ancak onun şarkılarının her birerlerinde beni çeken bir özge musiki, bir özge ses mutlaka bulunurdu. En rafine şarkıları benim için o hazırlamıştı sanki. Hemen her şiirinden bir gizli hüzün duyduğumu itiraf etmeliyim. Benim için onun bütün dizeleri tarihten izler taşıyordu çünki. Atalarımızın dilinden, folkloruna; kültüründen, mistisizmine kadar geniş bir yelpazede o en yerli kahramandı sanki. Nitekim Gülpembe’yi dinler yahut Süper Babaanne’nin macerasına dalarken, nağmelerin arasında hep kendimizden bir şeyler hissettik milletçe. Unutamadım ile hepimizin gizli dünyasını ısıttı, ışıttı. Artık yalnızca müzelerde görebildiğimiz Halhal’ı yeniden kadınlarımızın takıları arasına katarken de bizdendi o. Kurban olduğu tatlı dille “Aynalı kemer ince bele” derken “Seher vakti vurulduğu” kadim zaman güzellerini hatırlamayanımız kaldı mıydı hiç? Ya o romantik müziğe bindirilmiş şu içli sözler hangimize klasik çağların unutulmuş sevdalarını yaşatmadı?

İki küçük kol düğmesi
Bütün bir aşk hikayesi

Gündemden çıkmak üzere olan ata sözlerimizi ve deyimlerimizi sık sık tekrarlamasının altında bilinçli bir yerlilik ruhu vardı. Gerçi Çelebi’liği tescilliydi; ama “Ali yazar Veli bozar / Keskin sirke küpüne zarar”, yahut “İşte hendek işte deve / Ya güdersin ya gidersin (Ya atlarsın ya düşersin) // İşte Halep işte arşın / Ya aşarsın ya biçersin” gibi dil yadigarlarını seslendirdikçe, gözümün önüne hep Fatih devrinde yaşamış usta dilci ve şair Necati Bey gelirdi. Gerçi bu da şairdi, şiirinin gücünü de Türk diline olan hassasiyetinden alıyordu; ama her yeni bestesinde şiiri mi kuvvetli; yoksa müziği mi diye beni düşündürmüştü. Öz melodiyi öz dil ile yoğurdu. Halktan hiç kopmadı, bilakis onun değerlerine, duyarlılıklarına, folkloruna, efsanelerine önem verdi.
Giydiği kaftanlar, parmaklarını dolduran yüzükler hep bir amaç için vardı. Batı enstrümanlarını kullanarak doğunun en gizemli şarkılarını besteledi. “Bir ben var ki benim içimde, benden öte benden ziyade” derken Yunuslayın konuşuyor; “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi” derken, kılıca olduğu kadar söze de hükmeden Muhteşem Süleyman’ın görkemiyle haykırıyordu. Hele “Gesi Bağları’nda bir top gülüm var” derken tam bir Türkmen kocası idi. O Osmanlı idi ve en son bestesini Osmanlı için yapmıştı.
O 700 yıldan süzülen bir alp erendi.
Velhasıl o bir bilge sanatçıydı ve şimdilerde tam tersi yaşansa ve bağa destursuz girilse de değişmeyen gerçeği, şu dizelerde keramet gibi duran, adına yakışır “Barış” mesajını şöyle dillendiriyordu:
Dost elinden “Gel!” olmazsa varılmaz
Rızasız bahçenin gülü derilmez
Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez
Gönülden gönüle gider yol gizli gizli
“Simsiyah gecenin koynundayım, yapayalnız” dizesini söyleyen de; hemen ardından “Uzaklarda bir yerlerde türküler söyleniyor” diyen de o idi.
Ve o türküler şimdi,
Güz yağmurlarıyla, bir gün göçtün gittin, demekte. Allah rahmet eylesin.

DEYİMLERİMİZ   

Sarı Çizmeli Mehmet Ağa Önce şu mısraları okuyalım: Yaz dostum! Yoksul görsen besle kaymak bal ile Yaz dostum! Garipleri giydir ipek şal ile
Yaz dostum! Öksüz görsen sar kanadın kolunu
Yaz dostum! Kimse göçmez bu dünyadan mal ile
Yaz tahtaya bir daha / Tut defteri kitabı
Sarı Çizmeli Mehmet Ağa / Bir gün öder hesabı
Evet! Hesabı öde(me)yen Sarı Çizmeli’nin hikayesi şöyle:
Sarı çizmenin moda olduğu bir zamanda, İzmir eşrafından birisi uşağını çağırıp tembih etmiş:
– Bak a efendi! Aydın’dan Mehmed Ağa isminde birisi gelecek. Harman zamanında sarı çizme alması için 14 akçe vermiştim. Borcunun vadesi geldi, bugün defterden borcunu sildim. Şimdi faytona bin, doğru istasyona! Uzun boylu, orta yaşlı, efe bıyıklı biridir, hemen tanırsın.
Uşak istasyona varmış. Tren boşalmaya başlamış. Bir müddet tarife uygun adam aramışsa da nafile. Bari çizmesinden tanıyayım diye bu sefer ayakları tarassuta başlamış. Ne var ki sarı çizmelerden giyen giyene. Nihayet çaresizlik içinde en benzettiği kişiye seslenmiş:
– Mehmed Ağa! Bizim bey seni konakta bekliyor.
Tesadüf bu ya, sarı çizmeli adamın adı Mehmed olup Aydın’da kendisini Ağa diye çağırırlarmış. Beraberce konağa varmışlar. Bey bakmış ki gelen sarı çizmeli ile onun borçlusu Mehmed Ağa arasında bir benzerlik yok. Elindeki defterin alacak hanesine bir yandan Mehmed Ağa’nın adını yeniden yazarken diğer yandan uşağı paylamaya başlamış. Nihayet uşak,
– Bey, demiş, burası koca bir şehir, sarı çizmeli de çoktu; Mehmed Ağa da. Seninkini yaz deftere bir daha!
Bu hikaye halk arasında yayıldıktan sonra, kim olduğu, ne olduğu belli olmayan birisinden bahsedilirken “Sarı çizmeli Mehmed Ağa” deyimi kullanılmaya başlamış. Barış Çelebi’nin şarkısı dinlendikçe de asla unutulmayacaktır.

BERCESTE
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi
Muhibbi (Kanuni Sultan Süleyman)

        

                    04 Şubat 1999   İskender PALA  (Zaman Gazetesi)

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

21 Aralık Nam-ı diğer Şeb-i Yelda..

BERCESTE

Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkıt ne bilür

Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat

En uzun gecenin hangisi olduğunu ne zaman ayarcıları, ne takvim hazırlayanlar bilir!.. Gecelerin kaç saat olduğunu sen asıl gam müptelasına sor (uzun gecenin ne demek olduğunu ancak o bilir).

Sâbit

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Genel içinde yayınlandı | 1 Yorum

….

Ger derse Fuzûlî ki güzellerde vefâ var

Aldanma ki şâir sözü elbette yalandır.

                         Fuzûlî      

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

ÂŞIK

Âşık, her şeyden önce şairin ta kendisidir. Aşkında samimidir ve bu aşkın maddiyatla ilgisi yok gibidir. Gıdası üzüntüdür. Ömrü sevgiliden lütuf beklemekle geçer. Her anı sevgilinin hâli ile doludur. Sevgiliye ait küçük bir söz bile onu kendinden geçirtir. Canını sevgiliye verecek denli cömerttir. Ondan gelen her eziyete katlanır. Sözünde sadıktır. Çektiği eziyetlerle aşk işinde olgunluk kazanır.
Sahip olduğu yegâne varlık aşktır. Bu sebeple aşk yolunun bütün tehlikelerini canla başla kabul eder. Sevgilinin rakibler ile ilgilenmesi, onun için en büyük zulümdür. Yine de irade ve takdir sevgilinindir. Ona asla kızamaz.
Sevgiliden başka talih, felek, zaman ve rakipten de zulüm görür. Bu zulüm ile bazen sabahlara dek ağlar; bazen rindce davranıp aldırış etmez. Ama mesela uykuyu hiç tatmamıştır. Yakasını yırtar, kan yutar; denizler gibi coşar, ırmaklar gibi ağlar. Aldatılır, tuzağa düşürülür, hastalanır, yaralanır, aklını yitirir. Velhasıl başına gelenler defter ü divana sığmaz; baştan başa menfi özelliklerle doludur. Söylediği şiirlerde bu hâllerini terennümden gayri elinden bir şey gelmez. Buna rağmen o daima aşkı ister. Ahmet Paşa’nın (ö. 1497) dediği gibi:

Şol ömr kim sensiz geçer, ol ömr zayi ömr imiş
Bir can ki anın canı yok, ol can dahî can olmamış
Ah Mine’l Aşk
Iskender Pala içinde yayınlandı | 3 Yorum

İçimizdeki dalkavukları ıslah et Allah’ım!

İnsanoğlu kendine çıkar sağlamak için başkalarının
hakkını çiğneme günahıyla tarihin en eski zamanlarında tanışmıştır.

Şimdilerde adına dalkavukluk dediğimiz bu mesleğe
günümüzde ‘yalakalık’ deniyor. Yalaka, gök kubbenin gördüğü en eski
zalimlikleri iş edinmiştir kendine. Bazen masum bir menfaat temini
uğruna zavallı uygulamalara girişir, bazen canlara kastedecek kadar
arsızlaşır ve azgınlaşırlar. Makam, güç, para vb . yönünden üstün birine
yaranmak yegane gayeleri olduğu için menfaatleri bittiği anda bir
başkasının dizi dibine çöküp meslek icrasına orada başlamaları tabiidir.
Onlar güce tapar ve gücü kendileri için kullanabilmek üzere her çareye
başvururlar. Dalkavukluğun milliyeti, cinsiyeti, din veya imanı yoktur.
Tarih, çıkar uğruna yapılan dalkavukluğun pek çok örneğini görmüştür
çünkü.

Dalkavukların sayısı, gücü elde bulunduran iradenin zayıf
karakterli olması halinde hızla artar. Osmanlı Devleti’nin yükseliş
devrinde fazla görülmeyen dalkavukların çöküş sürecinde mantar gibi her
yerde türeyivermeleri bundandır. Yönetimin ve gücün çevresini
dalkavuklar sarar da yönetici de zayıf iradeli çıkar, her önüne gelene
inanırsa orada dalkavukluk bir cinayete bile kapı aralayabilir. Örnek mi
istiyorsunuz; buyurun Sultan III. Mehmet’in sarayı:

Adnî (cennetlik) mahlasıyla şiirler yazıp "Yokdurur zulme
rızamız adle biz mailleriz / Gözleriz Hakk’ın rızasın emrine kâilleriz"
diyen adamdır. Ama gelin görün ki yaptıkları… Tarihin kaydettiğine
göre Sultan Mehmet vehimli, saf kalpli ve zayıf iradeli birisi imiş.
İnsanlar gelip kendisine bir şey söylese hemen inanır, derhal o
doğrultuda icraat yapar, sonradan hakikati öğrenince de pişman olur.
Nitekim tahta geçer geçmez on dokuz kardeşini boğdurtması böyle bir
dalkavukluk hikayesinin sonucudur.

Sarayda vezirden kethüdaya, askerden hademeye iş görenler olduğu
gibi eğlenceye dalan hanendeler, sazendeler, cüceler, dalkavuklar var
idi. Bir yandan dünyanın her yanından getirtilmiş bu eğlence adamları
birbirini kıskanıyor, diğer yandan yöneticiler rekabet duygusuyla
hastalıklı ilişkiler ağı örüyorlardı. Çünkü dalkavuklar için en vahim
durum, başka dalkavukların varlığıdır.

İşte o günlerden bir yalakalık hikayesi: Bir bahar gününde
Nurcihan Haseki’nin oğlu Şehzade Mahmut, Sarayburnu’ndaki kayalıklara
doğru inip elindeki çakılları denize atarak oyalanıyordu. Birden yanında
bir derviş belirdi. Kimdi, nereden gelmişti, bilmiyordu. Gözlerinin
ortasındaki kömür bakışlar yüreğine saplanıverdi, bir müddet baktı,
dayanamayıp başını yere indirdi. Dervişin sözleriyle sarsılmaya başladı:

– Bak a Mahmut! Sultanlık istersen yağız ata binmekle, kaftan
giymekle onu elde edemezsin. Anadolu Celali illetinden kavruluyor. Eğer
şu mülke sultan olmak, ahiretinde cennete girmek istiyorsan önce halkın
gönlüne girmeye bak. Git, Celalileri sustur! Şu sarayda bu işi senden
başka yapacak kimse de yoktur! Şehzade sihre uğramış gibiydi. Başını
kaldırdığında dervişin kayalıklardan aşıp gitmekte olduğunu gördü.
Hayatını bu derviş nereden biliyordu? Hızır mıydı? Kendisine bu görevi
neden vermişti?

Şehzade günlerce düşündü ve vezirlere mektup gönderdi. Kendisine
bir ordu vermelerini istiyor ve bu ordu ile Celaliler üzerine
yürüyeceğini bildiriyordu. Mektupların içindekiler sarayda duyulunca
saray dalkavukları sultan eşiğine döküldüler. Hepsi de şehzadenin ordu
istemesiyle bir isyana kalkışacağını dile getiriyorlar. Bir tek
veziriazam Yemişçi Hasan Paşa şehzadeye inanmış ve onu bir ordu ile
Anadolu’ya göndermekle Anadolu birliğinin sağlanabileceğini dile
getirmişti. Sultan ona değil, dalkavuklar sürüsüne inandı. Dalkavuklar
aslında halkın Şehzade Mahmut’a gösterdikleri sevgiden dolayı rahatsız
idiler. O tahta geçerse dalkavukluklarının devam etmeyeceğini
biliyorlardı. Bu şehzade ortadan kalkarsa dalkavukların iktidarı devam
edebilirdi. Çünkü onlar güçlü, akıllı bir hükümdar istemezler; bilakis
yönetip yönlendirebilecekleri bir kukla isterlerdi. Olan Şehzade
Mahmut’a oldu ve annesiyle birlikte idam ettirildi. Ardından Yemişçi
Hasan Paşa da öldürtüldü. Sultan yaptığına pişman olup Şehzade Mahmut’un
yazdığı mektupları okudu. Hiçbirinde isyanı çağrıştıran tek kelime
yoktu. Dalkavukluk rekabet ateşiyle körüklenirmiş, babanın dalkavukları
kendine rakip olduğunu söyleyerek öz oğlunu öldürtürken diğer
dalkavuklar da kendi rakiplerini ateşe atıvermişler. Şehzadenin annesi
Nurcihan ile veziriazam Hasan Paşa işte o ateşe yandılar. Allah’ım!..
Bizi, ülkemizi, halkımızı dalkavukluk illetinden kurtar!.. Allah’ım!..
Yüreklerimizi kıskançlık ateşiyle yakma!.. i.pala@zaman.com.tr

İskender Pala – Zaman Gazetesi


 29 Haziran 2010, Salı

Iskender Pala içinde yayınlandı | 1 Yorum

ANALI KUZU KINALI KUZU

Ana başta tac imiş

Her derde ilac imiş

Bir evlat pir olsa da

Anaya muhtaç imiş

             Bir türküden…

CENNET ANALARIN AYAKLARI ALTINDADIR. (Ahmet
b.Hanbel,Müsned,III,429;İbn Mace,Sünen II,930)

Biliriz ki,şefkat ve merhamet hissi kula önce anadandır;sevgi ve
acımayı anaya veren yüce Yaratan’dır. Ana hakkı,Tanrı hakkıdır. Ahları
sevinçle satın alandır o,üvey sancıların sabır taşına satılandır. Öksüz
hayatın Kabe’si ve dilsiz bedenlerin en beliğ sesidir. Analık kanunları
yetmiş iki millet üstü bir kalp ağrısıdır,tatlı bir kalp ağrısından da
ötelere uzanan meserret çağrısıdır. Şöhret istemez analar ama şehir-i
cihan olur,sevgisini tatmamışsa bir ananın,evlatlar ziyan olur. Anneleri
anarak açar en parlak renkler bir çiçekte ve ille de gökkuşağı giyinir
bir anne her bebekte.

Allah’ın haklarından sonra ana hakkınadır sorumluluk;bedeni içinde
beden bulduğumuz, sayesinde var olduğumuz için. Bir çocuk bir anaya
koşarken saman çöpü kehribara koşar gibidir;hasretle ilk öpüşler
çoğalınca damlada denizler coşar gibidir.

Analarımız;acıların işaret sıfatı,özverinin özel adıdır;obamızın
direği ve ağızların tadıdır. Yeminlere dar gelip dualarda bol olan
güzeldir ana;Rahim ve Rahman ile kalbimize dolan güzeldir ana. Kalbimize
zincirli en muhteşem tutsaklıktır;koyun kuzuya ve gece sabaha seğirtir
gibi aklıktır ana. İçimize düşen bir susuzluk,susuzlar su arar
gibi,ruhları iman sarar gibi. Gurbetlerde kubbe kubbe çınlayan tekbir
sesidir ana;bahçeleri ıtır ıtır dolduran saba nefesidir. Hasret
gecelerinde huzuru demleyen çayların şekeri,uzak yolcuların karanlığa
mahkum gözlerinin feridir.

Anacık!
Kahramanları silinen bir filmin tam ortasında çaresiz çocuklarız
biz,garip bir masalı yaşıyoruz,hazin bir rüyayı soluyoruz…Korkunç
devler dolaşıyor etrafımızda…Ata otu ite eti yedirmemekte direniyor
ifritler…Ehremenler hatemi almış,Süleymanlar aldatılmış…Şehzadeler
yüzyıllık uykularına dalmışlar…Bol yalanlı korolarda ayrı telden ve
ayrı nağmelerden çalmada plaklar ve eski hançerlerin murassa kınlarında
paslanmaya durdu dudaklar. Bir sen varsın anacık,Kaf dağının ardındaki
dünyalar güzeli,yalnız sen gerçeksin…Bütün kalpler yalan…Bir tek
seninki ne yanıldı ne de yanılttı çocuklarını kınalı ana…Herkes
saadetine,sense felaketlerine ortak oldun evlatların…Onlar ki dilleri
senindir,söyler dururlar;sütleri senindir,kimlik bulurlar.

Anacığım!
Yıllar ve yıllarca önceydi,hani bahçeleri çizerdin çizik çizik de
hayallerini ekerdin kiraz gölgelerine…Orkideler uzattığında elini
kurdeleler sıyrılıp saçlarından,orkide olurlardı.

Anacığım! Ne çabuk çürüdü sokaklar? Saçlarına ne çabuk düştü
aklar?Fidanlarını ayazlar,hayallerini dolular ne çabuk vurdu? Çocukların
dağıldı;sevinçlerin de…Dizlerinde sızılar ve yüzlerinde
çizilerle…Yağmur suları çocuklarından daha sık geçiyorlar
eşiğinden;komşular bir bardak süt,bir avuç kül soruyor eski zamanlardan.

Anacığım!

Kavruk güzelliğine rana düşen kınalı saçlarına ay
vuruyor,cennet ayağından buseler çalıyor şimdi. Durlanmış kelimelerin
sarıyor sevgileri ve beyaz cümlelerinin kırkıncı kapısından süt verdiğin
alperenler geçiyor birer birer. Bulutları arşınlayarak ve samanyolundan
yalınayak…Sırf bunun için bile tarih olmuş bir gerçek ve övünülecek
en büyük zafersin sen!..

İskender Pala Kırk Güzeller Çeşmesi

Kitaplar içinde yayınlandı | 2 Yorum

Lover With Burning Breast


The tulip is eastern. As eastern as Judaism, Christianity and Islam. As bashful as a blushing bride, as flustered as a beautiful girl showered with compliments. The six-petaled tulip is everywhere, high, low, north and west.
Mehmed the Conqueror took Istanbul in the tulip
season. But there were no tulips in the city at the time, for the Byzantines were not acquainted with that flower. It was the Turks who brought the tulip on their horses from the steppes of Central Asia and took it with them wherever they went.

Following the conquest, the Conqueror in time organized colorful lantern processions with tulips on the banks of the Golden Horn every year when tulip season rolled around. Later, the alluring tulip was incorporated into celebrations of the conquest in entertainments staged along the banks of Sadabad (the Sweet Waters of Europe). It was thanks to this that the Ottomans came to love Istanbul more every year, making its millennia-old history their own. More than that, they also loved the flowers of their new homeland and, admiring their beauty, grew tulips alongside them in the same flower beds, just as they assimilated the different styles and ways and the people of different races and religions they encountered in their new home. But still the tulip occupied a special place and played a determining role, for it embodied the symbols of Islam. It could be written with the same Arabic characters as the word ‘Allah’ or turned into the word ‘hilal’ (crescent). Consequently the tulip was stamped on the forehead of Istanbul like a mark of eastern identity and came to be perceived as such over the centuries.
THE TULIP IS EASTERN
The tulip is eastern, as eastern as Judaism, Christianity and Islam. The tulip is as bashful as a blushing bride, as flustered as a beautiful girl showered with compliments. The six-petaled tulip is everywhere, high, low, north and west. The tulip signifies patience and constancy. Planted in October, it blooms in April. The tulip signifies love. A lover with black brand marks on his breast. An ardent lover on whose velvet head dewdrops land like lightning.
BELOVED OF POETS
Every civilization has certain objects that represent its essential character. Viewed from outside, they may appear as mere details, but in fact they are deeply ingrained in the public consciousness because they impact on all of social life. Such elegant indicators often manifest themselves in a nation’s particular areas of cultural and artistic achievement, becoming products of sound, fine taste and transformed into pleasures of an aesthetic nature. The tulip is just that flower for the Turks. Indeed, its name is synonymous with a tradition, an object of pleasure, a thing of beauty in the Turkish home. From excursions to the imperial tulip garden of Lâlezar and entertainments at Sadabad on the Sweet Waters of Europe to musical evenings at Çerağan and gatherings in the rose garden, the tulip was part and parcel of Ottoman social life. Poets adorned their couplets with metaphors borrowed from the tulip, and painters, paper marbling artists, engravers, wood carvers, marble sculptors, tile makers and many others adorned their paper, water, wood, metal, stones and clay with tulip designs, giving rise in the process to a civilization of grace and elegance.
EVEN MORE BEAUTIFUL UNDER THE OTTOMANS
Little cultivated and found more in the form of short, scrubby poppy-like flowers until the age of Suleyman the Magnificent, the tulip eventually arrived in the form of bulbs from places like the Crimea and Manisa, taking root in Istanbul soil as if it had reached the end of its journey, and becoming ever more beautiful, vital and ornamental. In subsequent periods it took on outstanding shapes and colors as an adornment of exclusive gardens. After the ‘Lâle-i Rumî’, or Istanbul tulip, first grown in those years, tulips hit Istanbul’s markets under hundreds of names, bound together in bunches with gold, silver or silk thread, and always held in high favor either as a crown on the head or an adornment behind the ear. Eventually even the highest ranking men of state were competing with each other to grow tulips, while gardener-scholars spent their lives striving to produce a new strain each year (Suleyman the Magnificent’s famous şeyhülislam, Ebussuud Efendi, being one of them). Gardens, vineyards and the Istanbul countryside were literally bursting with flowers, but still the Ottomans never stopped growing tulips. Indeed the surplus tulips grown in the palace ‘lâlezar’ (tulip garden) were sold in the city’s markets and the revenues used to meet certain palace expenses or to aid those in need.
AND TODAY?
Istanbul today has rediscovered the tulip, but unfortunately Holland and Canada now have a corner on the international market!
WORD GAME WITH TULIPS
Come, let us now play a word game with tulips. Let us first picture in our mind’s eye every word that was used to name the tulips that bloomed in Istanbul’s gardens, and try to imagine, for example, the color red in one of the ‘Spring Morning’ variety, or the shape of an ‘Oil Lamp of the Night’.  Let us then lose ourselves in thought and wake up asking profound questions, such as: Is there anyone who is not reminded of heartache upon seeing the ‘Heart’s Wound’ tulip?  Anyone who does not start humming the sad folk song ‘Pullu yemeni’ upon seeing an ‘Allı Yemeni’ tulip? And what about the sense of splendor and opulence that characterizes the ‘Sultan’s Sword’ variety? Or the “Grief of Mourning’, the ‘Cup of Felicity’ and the ‘Lunar Eclipse’, which correspond to all the declensions of life itself – the pain of separation expressed in the blood red ‘Longest Night of the Year’, or the fiery torch of the ‘Heart’s Nest’!
Our forefathers strove to express every aspect of their lives in tulip metaphors. Not content merely to stick a tulip in the folds of their turban or behind their ear, they worked it, color by color, thread by thread, into their very hearts.
BY ANY OTHER NAME…
The famous Austrian traveler and writer, O.G. Busbecq, who came to Istanbul as an ambassador in the time of Suleiman the Magnificent, says in his memoirs that the word ‘tulip’ in the western languages (tulipa in Latin, tulpe in German, tulipe in French, tulip in English, tulipano in Italian and tul’pan in Russian) was pronounced ‘tulipan’ by the Turks and was related to the word ‘tülbent’, which referred to the length of muslin they wrapped around their heads as a turban. Busbecq also says that Europe came to know the tulip through the Ottomans.
According to one of Istanbul’s oldest urban legends, a young man just out of puberty once sank into chair opposite Busbecq, who was sitting at an outdoor coffeehouse in front of the Hagia Sophia one spring afternoon. A tulip was dangling down over the young man’s ear from his turban. Most probably he had stuck the tulip behind his ear to proclaim his love for a girl by the name of Lâle (meaning tulip): ‘Lale! / You put me in this state / If my heart goes on like this / I’ll end up in the madhouse / I entered this state because of love for you (Said Bey)”, and later forgotten it was there. Busbecq was neither aware of the Turkish custom of sticking a flower behind one’s ear, nor had he ever seen such a flower in his own country. Approaching the young man, he pointed to the tulip and asked in a heavy, foreign accent: “Sir, what is this? And the young man, thinking he was being asked the word for the cloth he had wound around his head, replied, ‘Tül – bent!’ (muslin), clearly enunciating each syllable so the foreigner could understand.
In the days that followed, Busbecq packed a box of manuscripts he had purchased from the Istanbul book market to send to a friend in Holland. Before handing the crate over to the ship, he enclosed a few tulip bulbs and the following note among the volumes:
‘Dear Friend! These bulbs will give you flowers the color of rubies. The Turks call them Tulipan!”

The tulip triggered the world’s first speculation-based economic crisis! In the period known as Tulip Madness, tulip bulbs became excessively over-valued, and when the market suddenly collapsed, dealers lost everything. During this time, when commercial agreements, real estate sales and rentals were all negotiated in tulip bulbs, certain bulbs went for ten times the annual income of a skilled artisan.
İskender Pala Skylife Magazine (Turkish Airlines)  April 2010
Makale içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Mustafa Miyasoğlu’nun köşe yazısından…

İki Darbe Arasında

İskender Pala’nın yeni kitabını piyasaya çıkar çıkmaz edindim  ve benden önce oğullarım merakla okudular. Çünkü oğullarım onun
Kültür Üniversitesi’ndeki öğrencileridir…


Pek çok bakımdan gönlümde çok ayrı bir yeri olan ve kardeşim kadar
yakın bildiğim İskender Pala’nın bu kitabı, kendisinin de
önsözünde naklettiği eski bir şairin, "Elemin zikri de bir güne
elemdir"
mısraında olduğu gibi, insanda çok yakıcı hüzün tortusu
bırakıyor. Fakat her şeye rağmen okumalı ve kitabın anlattığı çok önemli
bir hayat tecrübesini iyi anlamalıdır. Türkiye’nin sivilleşme döneminde
olduğu günlerde yazılıp yayınlanmış bu kitap çok önemli.


Kitabı elime aldıkça yalnız 12 Eylül ile 28 Şubat süreci arasındaki
onun için çok çileli dönemi değil, benim de küçük yaşlarda bir askeri
okulda geçirdiğim günleri hatırladım… Tabii bir de İskender Pala’yı
tanıdığım 1978 yılından bu yana onunla karşılaşıp görüştüğümüz, sevinç
ve hüzünleri paylaştığımız, nitelikli çalışmalarla kendimizi
geliştirmemize katkısı olacak ilişkileri konuştuğumuz günleri
hatırlamamak elde değil. 30 yıldan fazla bir zaman…


Bütün bunların içinden süzülüp gelen bir duygu olarak şunu ifade
etmeliyim ki, bu kadar yıllık kardeşim İskender Pala’nın tanıdığım
kimliğine ve kişiliğine aykırı hiç bir tavrı olmadı. Bu dönem içinde bir
ihtilal ve iki darbe dönemi yaşandı ve pek çok insan kötü savruldu.

İskender Pala talebe olduğu günlerde Yeni Devir gazetesinde
musahhihlik yapmış, sonra da Edebiyat Fakültesi’nde kütüphane memuru
olarak çalışmıştı. Eski edebiyatımıza merakı, onu daha öğrenci olduğu
günlerde gazetede Ramazan gibi bazı vesilelerle gazel şerhleri
yayınlamasına imkân veriyordu,İskender Pala’nın liseden edebiyat
öğretmeni olan rahmetli M. Akif inan’ın da gazetede yazıyor olması ona
daha çok güvenilmesine yol açıyordu.


Böylece herkes genç yaşta onu sevmiş ve iyi işler yapacağına
inanmıştı. Kürsü başkanı yüzünden asistanlık yolu kapanınca, Deniz
Kuvvetleri’ne edebiyat öğretmeni olarak girmeyi düşünüyordu.

Dost çevresinde yalnız ben İskender Pala’nın TSK’ya girmesini
tavsiye etmemiştim, çünkü eski edebiyat sevgisiyle büyümüş ve doktora
yapma çabasında olan bir gence kışla havası hiç uygun değildi. Kısa
dönem askerliğini yaptıktan sonra kışla havasını severse tezkere
bırakması daha iyi olurdu ve bir süre sonra oradan kaçarcasına
uzaklaşacağına emindim. Fakat yaşanmadan bilinmeyen bir kader onun
TSK’ya girmesine ve orada pişmesine yol açtı.


Bir gün İskender Pala ile karşılaşıp da TSK’da geçen günlerini
sorduğumda, gülümseyerek şunları söylediğini hatırlıyorum: Manasız
disiplin kurallarıyla benim canımı sıkıyorlar, ben de bunun acısını gece
gündüz çalışıp yazılar ve kitaplar yazarak çıkarmaya çalışıyorum…

İskender Pala’nın bugün 70 civarında olan ve her biri defalarca
basılan kitaplarını nasıl bir duygu ile yazdığını ve Divan şiirini
sevdirmeyi ansiklopedisinden romanına kadar her dille neden ifade
ettiğini en iyi anlatacak bir açıklamanın bu olduğunu sanıyorum. Çünkü
Bahriye, yani Deniz Kuvvetleri Kara ve Hava Kuvvetleri’ne göre biraz
kıyıda kalmış gibi görünür, ama pek çok bakımdan önemlidir. Tarihimizde
Bahriye, Barbaros’tan beri bizim için önemlidir.


Bunu açıklayacak unsurlardan bir kaçını sıralayalım: Abdülaziz’i
tahttan indiren darbeyi oluşturan üç kişiden biri Kayserili Ahmet Paşa
Kaptan-ı Derya’dır ve Servet-i Fünun’un iki romancısından biri olan
Mehmet Rauf Bahriye subayıdır. Nâzım Hikmet ile Necip Fazıl da Bahriye
Mektebi’nde okumuşlardır ve devre arkadaşları Fahri Korutürk
Cumhurbaşkanı olmuştur. 28 Şubat darbesinde Deniz Kuvvetleri Komutanı
Güven Erkaya’nın BÇG’si önemlidir ve mahkeme kararıyla rütbesi sökülen
ilk orgeneral, Deniz Kuvvetleri Komutanı İlhami Erdil’dir. Demek ki
iskender Pala’nın burada önemli görevler ifa etmesi sebepsiz değil.


Bir önsözle 15 yılı 15 ara bölümde ve iki de öncesi – sonrasıyla
anlatan kitabı özetleyerek merakınızı gidermek istemiyorum. Ben İskender
Pala’nın kitabında anlattıklarını çok çok önemli bir iç hesaplaşma
olarak görüyor ve bu ülkede yaşayan okur-yazar herkesin bu kitabı
okumasını tavsiye ediyorum. Telif ücretini kendisi gibi YAŞ mağduru
olanların kurdukları dernek ile yeni kurulan Divan Edebiyatı Vakfı’na
bağışlayan ebedi kardeşim ve kadim dostum İskender Pala’yı kutluyor ve
Türkiye’nin gerçekten sivilleşebilmesi için böyle hatıraların
konuşulmasının yararına inandığımı ifade ederek başkalarına da örnek
olmasını diliyorum
.

Anadolu’da Vakit gazetesi 15 Mart 2010 Mustafa Miyasoğlu’nun köşe yazısı…

Haberler içinde yayınlandı | 1 Yorum